29 Ocak 2012 Pazar


Ben nerde bir çift göz gördümse
Tuttum onu güzelce sana tamamladım
Sen binlerce yaşayasın diye yaptım bunu
Bir bunun için yaptım
-Garson bira getir
Garsonun adı Barba
Ben nereye gittimse bütün zulumlardı
Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm
Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu
Namussuz bir çağ bu biliyorsun
-Garson rakı getir
Garsonun adı Hakkı
Sen belki de bir resimsin ne haber
Kırmızı bir Beykoz'un yanında duruyorsun
Yapan bir de ağaç yapmış yanına
Dallarına konsun diye kelimelerin
-Garson şarap getir
Garsonun hali harap

Cemal Süreya

26 Ocak 2012 Perşembe

I'm Not Yours

WWF - Günlük Damla; Yaşayan Takvim!






Sadece parmağınızı 3 saniye oynatarak, bitki sulayabilirsiniz. Bu hareketi hergün yaparsak, kendimiz için küçük yaşadığımız gezegen için büyük bir hamle yapmış oluruz.

Çok küçük bir hareket büyük olaylara sebep olabilir...Yaşadığımız gezegeni korumak hergün aklınıza gelebilir ama bunun için birşeyler yapmıyor olmak pişmanlık yaratır...İşte birşeyler yapmak için bir fırsat!

uyunur ki bunda :)

24 Ocak 2012 Salı

Eşekli Kütüphaneci



Yıl 1943. Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.

– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.

23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.

O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.

O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İade Sandığı” yazar.

Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.

Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.” Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.

“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.

Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer’e mektup yazar: “Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.

Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.

Girişimcilik ne biliyor musun?
Bulunduğun yere yenilik katmalısın.
Mutlaka adım atmalısın.
Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş.

İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.


Bu yazı Ahmet Şerif İzgören'in "Süpermen Türk olsaydı pelerinini annesi bağlardı" kitabından bir alıntıdır.

23 Ocak 2012 Pazartesi



"Aşk da ölür ama öldüğünü kabul etmez. Ondandır ki insanlar ölmüş aşklarını sırtıında taşırlar; aşk hamalı olurlar."

19 Ocak 2012 Perşembe

Sarı



Bir ara sokakta öldüm...dün Öylece yani. Birdenbire Boşluğa düşer gibi, sarı bir sessizliğin içinde Granit duvarlı binanın anlamsızlığına, Şehrin boşu boşunalığına içerlerken Bırakmışım son nefesimi kaldırıma Bitmiş, Öylesine yani. Birdenbire Yan binadaki otel odasından izliyordu oğlan Yüz ifadesini göremesem de Anlamış mıydı acaba öylece oturmadığımı? O sokakta bitti her şey Öğleden sonralarını bir bardak sütle geçiştiren Apartman sakinlerini düşlerken Sıkıntıdan Ölmüşüm...dün Arka odada ütü yapıp Buharını burnuna çeken kadını, Mutfağında her öğün için soğan doğrayıp Gözyaşını kabuklara saklayan Madam Mari'yi Kocasıyla artık sevişemediği için Kapı komşusu gar sabunu satan adamı düşleyen Servi'yi Düşündükçe Ölüvermişim...dün Böylece bitmiş yani, Birdenbire Sıkılmışım derinden zahir. Tutunca da nefesimi Portakal kabuklarıyla çay demini döktükleri çöpe İki kedi de bulanınca Kaldıramamış nefsim demlenmiş portakal kedilerini Balkabağı mevsimi bile değilken Dönüşüvermiş her şey baldan kabağa Ve saat henüz 12'yi vuramamışken Kalkmış otobüsler durmamaya Mecal mi bulamamışım, yere döktükleri bala mı basmışım Hatırlamam ama Öylece kalakalmışım-kalkamamışım. Şehrin insanı haberdar değil mi bu öldüresiye sıkıntıdan? Vagonlar boş, birkaçı kiremit taşıyor topraktan Kayıklar da serseri misinalar Otobüsler kimseyi almadan durup durup geçiyorlar duraktan Arabalar yürüme mesafelerini öldürüyor her gün, her öğle Her gece Bisikletleri balkonlarında unutanlar Her an yağmur yağsın diye dua ediyor Üç öğün yemek yiyip, dört öğün uyuyorlar Buna rağmen erken uyanıp, geç yatıyorlar Aynı kuru kahveciden gün aşırı -iş olsun diye- Yüzer gram kahve alıp evde -iş olsun diye- öğütüyorlar Ve bir gün bile sormuyorlar öğütülmüşünü Kimse sormuyor iş olsun diye yapılan iş, iş midir diye? Bunlar olurken ölmüşüm o ara sokakta Balkondaki beyaz brandalar rüzgarla sökülürken Sökülüvermişim Şişip patlayan bir eteğin dikişi gibi Sıkıntı işte Ya da ölmek yerine İki adım yol yürüyeydim de Konuşuverse miydim şu gelin çiçeğiyle. Gitmek yerine...? Jehan Barbur

10 Ocak 2012 Salı

Ne güzel bir cümle şu "Görüşmek Üzere",
hem bir ayrılığı ima ediyor hem de tekrar buluşma arzusunu.
Ne tümüyle iyimser ne de tümüyle kötümser.
İkisini de içinde barındıran bir ifade.
Ne "kendine iyi bak" gibi umutsuz, ne "hoşçakal" gibi yalan...

4 Ocak 2012 Çarşamba



dostum, göründüğüm gibi değilim. görünüş sadece giydiğim bir elbisedir. senin sorgularından beni, benim kayıtsızlığımdan seni koruyan, özenle örülmüş bir elbise.
benim içimdeki ‘ben’, dostum, sessizlik içinde oturur, sonsuzluğa dek kalacak orada, doyulmaz, erişilmez.
ne söylediklerime inanmanı, ne de yaptıklarıma güvenmeni isterim- çünkü sözlerim senin aklından geçenlerin dile getirilmesinden, yaptıklarımsa umutlarının eylemleştirilmesinden başka bir şey değildir.
‘rüzgar doğuya esiyor’ dediğin zaman ‘evet, doğuya esiyor’ derim: çünkü düşüncelerimin rüzgarda değil, deniz üzerinde dolaştığını bilesin istemem.
denizlerde gezen düşüncelerimi anlayamazsın, zaten anlamanı da istemem. bırak denizimle başbaşa kalayım.
senin için gündüz olduğu zaman dostum, benim için gecedir: böyle olsa da ben yeşil tepelere değerek oynayan öyle vaktini, vadiden süzülen mor gölgeleri anlatırım; çünkü sen ne karanlığımın türkülerini duyabilir, ne de yıldızlara çarpan kanatlarımı görebilirsin-görmemenden, duymamandan hoşnudum ben. bırak gecemle başbaşa kalayım.
sen cennetine yükselirken ben cehennemime inerim- o zaman bile bu ulaşılmaz uçurumu ötesinden bana seslenirsin,’arkadaşım, yoldaşım’ ben de sana seslenirim, ‘yoldaşım, arkadaşım’-çünkü cehennemimi görmeni istemem. alevler görüşünü yakacak, duman burnuna dolacaktı. senin gelmeni istemeyecek kadar çok severim cehennemimi.bırak, cehennemimle başbaşa kalayım.
sen gerçeği, güzeli, doğruluğu seversin; ben de sen hoşnut olasın diye bunları sevmenin yerinde ve iyi olduğunu söylerim ama içimden senin sevgine gülerim. gene de gülüşümü göresin istemem. bırak kahkahalarımla başbaşa kalayım.
dostum, sen iyi, ihtiyatlı, akıllısın; hayır sen eksiksizsin- ben de seninle ölçülü ve düşünerek konuşurum. oysa ben deliyim. ama gizliyorum deliliğimi. bırak deliliğimle başbaşa kalayım.
dostum, sen benim dostum değilsin, ama ben bunu sana nasıl anlatacağım? benim yolum senin yolun değil, gene de birlikte yürüyoruz elele.

dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana
bakma....
kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de...
unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez.
yolcuya bakıp, yolunu tanıma.
yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver.
vahim olan, yolun yolcusuz olması değil;
asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır;
yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal.....
"en doğru yol: en dikensiz yoldur" diyenler seni aldatıyorlar.
onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan
şaşkınlardır.
aldırma....
ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir.
dikenine katlanmaktan söz edenler, aşıkmış gibi davrananlardır.
gerçek aşık olanlarsa, dikenini de sever.
dostum, yollar yürümek içindir.
fakat, şu gerçeği de hiç unutma:
yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir.
yol boyunca; yola çıkıp da yürümeyenleri,
yola oturup, gelen-geçenin ayağına çelme takanları,
yolda metafizik uyuşturucularla keyif çatanları,
tel örgülerle çevirdiği yolu kendisine zindan edip volta atanları,
maratona 100 metre koşucusu gibi hızlı gidip, 50. metrede yola yatanları,
yürüyüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce, yolculuk üzerine zor
atanları,
yürümeyi bırakıp, yol-yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları,
ayağına batan tek bir dikenin faturasını çıkarıp, ömür boyu tafra satanları,
beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp bakıp dağıtanları,
yanlış kılavuzlara kızıp yolu satanları göreceksin.
aldırma, yürü...
göğsüne yüreğinden başka muska takma.
vahiy haritan,
nebi kılavuzun,
akıl pusulan,
iman sermayen,
amel azığın,
sevgi yakıtın,
ahlak karakterin,
edep aksesuarın,
merhamet sıfatın,
şeref ve izzet adın olsun.

doğru yol:
insanların çoğunun gittiği yol değildir, düşünen öz akıl sahiplerinin
yoludur.
yolda vereceğin her molayı öz eleştiri durağında vermelisin.
unutma, tövbe özeleştiridir.
her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde
yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman olmaman için elzemdir.
yön tayini sık sık gerekli olabilir.

haritayı saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir.``

Halil CİBRAN